AICA Türkiye, Aralık 2012-Ocak 2013 tarihleri arasında, 80 konuşmacının katıldığı 22 panelde Türkiye’deki görsel sanatlar alanını masaya yatırdı. 1980’ler döneminden Sanatta Dönüşümler, Sanatçılar, Atölyeler, Galeriler ve Basın alt başlıklarını içerirken; 1990’ları konu alan konuşmalar ile Sanatçılar, Bienaller, Sanatçı Kolektifleri ve Sergiler, Küratörlük, Yayıncılık ve Eleştiri konularını; 2000’ler döneminden Sanatçılar, Bağımsız Oluşumlar, Çok Merkezli Sanat, Kurumlar, Sanat Piyasası, Yayıncılık, Kültür Politikaları, Eleştiri ve Eleştirmenlik gibi konuları masaya yatıran AICA’nın, Yönetim Kurulu Başkanı Osman Erden ve Yönetim Kurulu Üyesi Çelenk Bafra ile güncel sanat piyasasında neler olup bittiğine dair sohbet ettik.
20. yüzyılı ve günümüzü kapsayan sanat tarihi, kültür-sanat üretimi ve etkinlikleri alanlarında çalışan eleştirmen, küratör, sanat uzmanı/danışmanı, sanat ve kültür yayıncısı ve editörü, sanat ve kültür programcısı, belgesel film yapımcısı gibi meslekleri çatısı altında toplamayı amaçlayan AICA Türkiye, Türkiye’de, kültür sanayii sürecindeki gelişmeler bağlamında ve üniversitelerde sanat ve kültür yöneticisi, eleştirmen, sergi yapımcısı yetiştiren bölümlerin açılmasıyla, söz konusu mesleklerin ilkelerinin belirlenmesi, yasalar karşısındaki haklarının korunması ve uluslararası açılım kazanması gibi işlevleri, tüzüğünde belirtilen ilkelerle yürütme kararı almıştır.
Seçil Alkış: AICA’nın tarihinden kısaca bahsedelim mi?
Osman Erden: Tam çevirisi Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği olan AICA, 1950’li yıllarda UNESCO’ya bağlı olarak kuruluyor. Merkezi Paris’te olan kurum bir sekreterya tarafından yönetiliyor. AICA, şu an altmış ülkede örgütlü olarak, yaklaşık 4700 üyesi ile birlikte işlevini sürdürüyor.
Kuruluşundan kısa bir süre sonra, Türkiye’de de 1953 yılında faaliyete geçiyor AICA. 1954 yılında dönemin en ünlü sanat eleştirmenlerinden Herbert Reed’in de bulunduğu AICA Genel Kurulu İstanbul’da toplanıyor. Genel kurul esnasında Yapı Kredi tarafından, Alize Berger’in kazandığı bir resim yarışması düzenleniyor. İlerleyen dönemde çok faal olmayan AICA Türkiye Şubesi, 12 Eylül Darbesi ile bütün dernekler gibi kapatılıyor. 2003 yılında 10 tane kurucu üyesi ile Beral Madra’nın öncülüğünde tekrar hayata getiriliyor. Beral Madra’nın yürüttüğü dernek başkanlığı görevini daha sonra Ayşegül Sönmez ve ardından Burcu Pelvanoğlu devraldı. Şimdiki yönetim kurulu ise geçtiğimiz Kasım ayında genel kurul tarafından ikinci kez göreve layık görüldü.
Ç.B: Şunu da eklemek gerek; 2003 yılında yeniden yapılandırma olarak adlandırabileceğimiz dönemdeki aktif üyelere baktığımız zaman dünya güncel sanat ortamıyla, İstanbul Bienali ile çok yakın ilişkisi olan, sanat eleştirisi anlamında güncel sanata yönelen bir ekiple AICA’ya taze kan gelmişti diyebiliriz.
O.E: Özellikle bu son sene yönetim kurulu olarak daha fazla faal olmaya başladık. En son bir toplantı dizisi düzenledik. AICA Konuşma Dizisi başlığı altında, 1980’den günümüze kadar Türkiye’deki görsel sanatlar üzerine bayağı geniş kapsamlı; 22 panel, 80 tane konuşmacının katılımıyla. Çok keyifli ve önemliydi; umarım deşifre edebilirsek basmayı da düşünüyoruz.
Ç.B: AICA’nın Paris’teki merkezi, her yıl periyodik olarak dünya çapında bir sempozyum düzenliyor. AICA’nın temsilcisi olarak AICA’nın başkanı Osman Erden ve AICA Türkiye’nin eski başkanı ve AICA Uluslararası Başkan Yardımcısı olan Burcu Pelvanoğlu katılıyor; diğer AICA üyeleri ise bildiri sunmak üzere davet edilebiliyor. Düzenli olarak sanat eleştirisinin, sanat kuramının geldiği nokta ve bu alanın güncel meseleleri üzerine tartışmalar yapılıyor. Türkiye’de ise sanat alanında önemli bir gündem veya tartışma olduğu zaman AICA merkez ve bütün uluslararası AICA şubeleri bizden görüş bekliyorlar. Ayrıca, biz de herhangi bir sorun ya da kriz durumunda konuyla ilgili öncelikle e-mail grubumuzda gündem yaratıyoruz; sonrasında gerekirse çeşitli mecralarda konuya dair derneğimiz adına görüş bildiriyoruz. Bir meseleyi uluslararası kamuoyuna taşımak istersek, Paris merkeze de ayrıca durumu bildiriyoruz. Bu yolla dünyadaki sanat ağıyla doğrudan iletişim sağlayabiliyoruz.
O.E: Derneğin aslında, sanat yazarlığının, sanat eleştirmenliğinin bir meslek olarak -hobi değil- toplumda var olmamasına dair bir kaygısı da var. Bu sebeple birkaç sene önce fiyat listesi yayınladık. Çok başarılı olamasak da belli standartları tutturmak açısından böyle bir listenin varlığı önemli.
Ç.B: Evet, nasıl sanatçıların pek çoğu yasal boşluklardan dolayı haklarını bilemiyor ya da koruyamıyorsa, aynı sorun sanat yazarları ve küratörler için de geçerli. Hem buna yönelik genel bir farkındalık yaratmaya çalışıyoruz, hem de birlikte örgütlü olarak bazı temel şeyleri talep edecek olursak daha güçlü olacağımıza inanıyoruz. Tam da bu nedenle AICA üyeleri için telifle ilgili farklı iş ve kategorileri içeren bir liste hazırlamıştı. Üyelerimizin yapabileceği işler çeşitli, bir serginin küratörlüğünü yapabiliriz; sanatçılar için monografi hazırlayabiliriz; sergi eleştirisi yazabiliriz; bir kurumda ders verebiliriz; çeşitli programlara panelist, konuşmacı ya da moderatör olarak katılabiliriz, vs. Buna benzer çalışmalardaki emek ya da telifin bir değer ve karşılığı olması lazım. Her ne kadar direkt bir meslek birliği olmasak da üyeler olarak birbirimizin ortak kaygılarını anlamaya ve gerekirse birbirimizi korumaya çalışan uygulamaları da düşünüyoruz.
S.A: Peki son AICA toplantısı size göre nasıl geçti? İlgi beklediğiniz gibi miydi?
O.E: İlgi vardı, özellikle 2000’ler panellerinde. Sabah 11.00’den akşam 8.30’a kadar aralıksız olarak sürdü. Geç saatlere kadar sürmesine karşın salon hep doluydu, insanlar ilgi gösterdi; o açıdan önemliydi. Tartışma platformu oldu, kavga da çıktı. O dinamizm katan bir şey zaten. Genelde insanlar kendi aralarında konuşmuyorlardı; platform olması insanların birbirleri ile dialog kurması açısından iyi oldu. Etkinliğin alt başlığı zaten: “Paylaşımlar ve tanıklıklar” idi.
Ç.B: Bizim için Türkiye’de son 30-40 yıla dair bir sözlü tarih denemesiydi bu. Panellere çağırdığımız herkes söz konusu dönemde hakikaten faal rol almış, döneme dair özel tanıklıklar ve birbirinde farklı paylaşımlarda bulunmuş isimlerdi. Son derece genel ve temel konu başlıkları seçtik ve çoğunlukla konuşmacılar konuyu kendi bakış açısından, büyük ölçüde kendi kişisel görüşleriyle ele aldı. Sözlü tarih çalışmaları da zaten bu öznelliği kabul ederek yola çıkmaz mı? Çoğunlukla konuşmacılar adeta kendilerini işin merkezine koyup, süreçte kendilerinin ne kadar önemli bir rol üstlendiğini anlattılar. Ön gördüğümüz bir durumdu bu. Nitekim muhtemelen konuşmalarının tümünü yan yana koyduğumuzda birbirinden çok farklı perspektiflerden meseleye bakan yorumlar olacak; hatta bazı örneklerde çok da somut bir dayanağı olmayan tartışmaya açık bir kaç söylem ve iddia da söz konusu olabilir. Yine de özellikle 80’ler ve 90’lar gibi hemen hemen kimsenin üzerine çok da bir şey bilmediği, sınırlı sayıdaki akademik çalışma haricinde bilgi edinmekte zorlandığımız dönemlere dair birbirinden farklı çevrelerden, hatta bazen birbirine karşı kişilerden görüş ve izlenim almak bizim için değerliydi. Başlık olarak Tanıklıklar ve Paylaşımlar kullanmamızın sebebi ise işte bu öznelliğin altını çizmekti.
S.A: Peki, bu sadece konferans olarak mı devam edecek? Beral Hanım’dan başlayarak önceki dönemlerdeki AICA faaliyetleri her yıl düzenli olarak tekrar eden projeler değildi. Bundan sonra sizin başkanlığınızda nasıl devam edecek? Bir de sadece konferans olarak yılda bir-iki kere tekrar edecek konferans serileri mi olacak; yoksa onun haricinde daha farklı etkinliklere de yer verilecek mi, kısa workshoplar vb gibi?
O.E: Bir-iki planımız var, ama şimdi bunlar çok olgunlaşmamış olduğu için bir röportajda çok da zikretmek nasıl olur, bilemiyorum. Şunu söyleyebilirim ki, Tanıklıklar ve Paylaşımlar’dan ziyade daha derinlemesine, daha spesifik konular üzerine toplantılar planlıyoruz. Ancak şu anda o toplantıları kimler yürütecek, danışma kurulu kim olmalı gibi maddeler henüz belirlenmediği için ayrıntısına giremiyorum. Etkinliklerin devam etmesine yönelik, belki IKSV ile Bienal esnasında bir şey yapılabilir. Eğitim açısından İstanbul Modern ile yaptığımız bir ortaklık sonucu seminer programları düzenliyoruz. Bir tanesi Batı Resim Tarihi, diğeri ise Türk Resim Tarihi üzerine. Bu seneki de dahil olmak üzere 6.sı başlayacak Mart ayında. Bunlar 10 dersten oluşan, AICA üyelerinin anlattığı yetişkinlere yönelik seminer programları.
Ç.B: Tanıklıklar ve Paylaşımlar serisinde, ortaya çıkan tartışmanın canlılığı ve harareti ortaya koydu ki, bu alanda çalışan ve birbirinden farklı ideolojik ya da sanatsal duruşlara sahip aktörleri bir araya getirmekle bu alandaki eksikliği ortaya koymuş olduk. Konuşmacı olarak, organizasyon komitesi olarak görüşlerini kesinlikle benimsemediğimiz ya da sanat çevrelerindeki konumu itibariyle riskli isimleri de davet ettik; hatta bundan sonradan pişman da olduk, ama bu alınması gereken bir riskti. Moderatörlükleri ise ağırlıklı olarak AICA üyeleri üstlendiler ve konuşmacıları onlar seçip davet ettiler. Elbette bu olsa olsa döneme dair tartışmalar için bir girizgahtı. Bunu derinleştirecek şekilde daha da farklı kesimlerden daha çok sese yer verecek yeni tartışmalar düzenlemek istiyoruz. Yapmak istediğimiz çok şey var, ancak yeterli sayıda üyemiz yok; özellikle aktif üyelerimizin sayısı oldukça sınırlı. Bizden bir önceki kuşakta sanat üzerine yazıp düşünen belki bu kadar fazla insan yoktu, şimdi çok daha genç insanın bu işin içinde olduğunu görüyoruz. Bu insanların bir kısmı yurt dışında yaşıyor, bir kısmı yurt dışında okuyup buraya geliyor. Onlarla iletişimimiz olsun istiyoruz; bu kişileri de AICA’da görmek, onların da olumlu-olumsuz görüş ve önerileriyle derneği geliştirmeyi istiyoruz.
S.A: Güncel sanat piyasasının nasıl bir dönemden geçtiğini düşünüyorsunuz?
Ç.B: Sanat, bir eğlence ve sosyalleşme aracına dönüşmüş durumda. Bu alanın çok büyük bir hızı ve tüketim toplumuyla paralel giden dinamik bir sistemi var. Örneğin bir galeri olarak, diğer galeriler bir iki ayda bir sergi açarken, siz "Hayır, ben sanatçıma ve galerime zaman tanıyacağım, 6 ayda bir sergi açacağım." diyemiyorsunuz. Aynı baskı müzelerin ve sanatçıların sanatsal üretimleri üzerinde de var, yazılar ve dergiler üzerinde de var. Ben bu hızın çok büyük bir baskı ve yüzeysellik yarattığını düşünüyorum. Aynı zamanda bir bağımlılık da yaratıyor. İki aydan fazla süren sergiler belki artık bizi de sıkıyor; biz de sürekli yeni yeni bir şeyler istiyoruz; bu hıza ve tüketime bağımlı hale gelmiş durumdayız. Bence bu durum bir yerde bitecek, bitmeli; sanırım bu konuda hepimiz hem fikiriz. Fakat bu sadece sanatçılara ya da piyasaya özel bir durum da değil. Sanat kurumları, yazarları, yöneticileri hatta akademisyenleri için de geçerli. Herkes bu alan hazır ilgi görürken bundan faydalanmak istiyor. Bundan birkaç sene sonra bu galerilerin, sanatçıların, sanat kurumlarının, küratörlerin ve hatta eleştirmenlerin durumlarını birlikte göreceğiz.
S.A: Peki, bu duruma eleştirel yaklaşan işler veya yazılar için ne düşünüyorsunuz?
Ç.B: Doğru ve kapsamlı eleştiri yazıları olmalı. Bir sergi ya da proje üzerine bazen iki üç yıl çalışıyoruz; basın bültenleri dışında üzerine yazı yazan, eleştiren kimse çıkmıyor. Kimse zaman harcamak istemiyor, kimsenin zamanı yok, herkes basın bültenleriyle idare ediyor. Çünkü örneğin bir sergi açılışı öncesi basın bülteni çeşitli yerlerde yayınlandıktan sonra, ertesi gün o editörün eline yirmi tane daha sergi ya da proje basın bülteni daha geliyor. Sonra başka bir şey oluyor, gündem zaten komple değişiyor. Neredeyse bırakınız üzerine düşünüp yazmayı, kimsenin bir sergiyi açılışından sonra tekrar gidip görmeye bile zamanı yok; açılışta bile sergiyi gezmeye zamanı yok. İşte bu zamansızlığı ve koşturmayı ben anlayamıyorum. Benim için sanat hayat memat meselesi, hatta hayat sanat memat meselesi! Dolayısıyla hepimizin sosyalleşme ve kariyer çemberinden paçamızı kurtarıp kimseye görünmeden sessizce ve yalnız başımıza sadece sergi gezmeye, okumaya, yavaş ve sakin bir şekilde düşünmeye ve yazmaya zaman ayırmamız şart. Ancak o zaman belki daha iyi işler yapabileceğiz.
S.A: Böylelikle iyi ve kötü yapılan işler de arada kaynamış oluyor.
Ç.B: Fakat iğneyi kendimize de batırmamız gerekiyor. Çünkü Türkiye’de pek çok sanatçı sadece galeri sergisi, sadece müzayede ve satışa yönelik iş üretti uzunca bir dönem. Galericiler sanatçılarının uluslararası müzayedelere alınması için adeta sıraya girdi. Daha işi üretmeden satılan gencecik sanatçılar duyduk. Küratörü, sanatçısı, yazarı koştura koştura her türlü yurtdışı ulusal sergiye, fuara, galeriye, adı sanı duyulmamış kurum ve festivallere hiçbir kriter aranmadan katıldı. Her teklife fazla düşünmeden evet dendi. İşte hal böyle olunca sistem de hızla yozlaşabiliyor; belli bir değer skalası ve etik zemin ortadan kayboluyor.
S.A: Burada en büyük pay sanatçıya düşüyor, her zaman söylediğim gibi. İşinin satıldığı kişi onlar için önemli olmalı. İşlerinin önümüzdeki yıllarda nasıl bir hal alacağını ve nerede, kimin elinde olacağını bilmek onlar için oldukça önemli bir konu.
Ç.B: O kadar güzel bir şey söyledin ki. Hemen buradan gündeme bağlamak istiyorum. Yakın zamanımızda ilk defa, bir üniversiteye bağlı, müze için tasarlanmış bir binaya sahip, iyi kadrolu bir müze açılıyor; birkaç doğru sergi de yapılıyor. Sanatçılara "İşte alın size böyle bir çerçeve, bize işlerinizi sembolik fiyatlara satın, bağışlayın vs." deniliyor kibarca. Siz sanatçı olarak bu durumda güvenmek istersiniz; o kuruma, o akademik yapıya güvenirsiniz ve eserlerinizi verirsiniz. Aradan 15-16 yıl geçiyor, müze kapanıyor; ekip zaten çoktan dağılmış durumda ve işte o eserler bile müzayedeye düşebiliyor. Santralistanbul’un koleksiyonunun bir kısmını müzayedeye vermesinde direkt kötü niyet görmüyorum; müze projesi zaten batmış durumda. Ya da şöyle daha açık söyleyeyim, örneğin Sarkis’in üç parçadan oluşan tek yapıtını üçe ayırıp üç ayrı eser olarak satmaya kalkmak herhalde özellikle kötü niyetten kaynaklanmadı; ama çok ağır bir cehaletin sonucu olarak çıktı diye düşünüyorum. Pekiyi AICA’da biz buna karşı ne yapabiliriz ya da etik anlamda kaygan zeminlerde dengemizi bulmaya çalışmak için ne yapabiliriz? Durup düşünüp, yakın zamanımızdaki hatalardan ders alabilir miyiz? Bunu düşünmek lazım.
S.A: Eğitime de değinmek istiyorum. Özellikle sanatçıların okuldan mezun olduktan sonra galericiler tarafından eğitilmesini değil, ancak doğru yönlendirmesini önemsiyorum. Genellikle İstanbul'a farklı şehirlerden gelen ve hiçbir fikir sahibi olmayan genç sanatçılar için bu durum daha da zorlaşıyor. Ve bu sanatçılar hiçbir fikre sahip olmadıkları için galerilerin yönlendirmeleri ile piyasa işleri üretmeye başlıyorlar. Bu konuya değinebileceğiniz bir projeniz olabilir mi önümüzdeki dönemlerde?
Ç.B: Henüz söyleyebileceğimiz somut birşey yok, ama aklımızda olan meselelerden biri de bu. Üyelerimizin uzun süredir emek verdiği bir takım yayınlar kapanıyor. Giderek sanat alanındaki yayın sayısı azalıp, içerik ve yayıncılık magazine kayıyor. Görsel kültür alanında kuram ya da eleştiri yerine trend, lifestyle ile sanatı bir arada harmanlayan ‘cemiyet’e yönelik yayınlar görülüyor.
O.E: Bence şöyle bir şey oldu. 90’lı yıllardan 2000’li yılların ortasına kadar büyük uluslararası sergiler çok önemliydi. Türkiye değil dünyadan bahsediyorum. Ve Türkiye’den bir sanatçı olarak bu sergilerde varolmak, uluslararası alanda kendini göstermek için bir küratöre ihtiyaç duyuluyor idi. Ve Türkiye’de 90’lı yıllardan 2005’e kadar belli başlı bienaller ve uluslararası sergiler sayesinde Türkiye’deki sanatçılar yurtdışına açılabildi. Dünyada elbette devam ediyor bu bienaller, daha da yoğun. Ancak bienallerin hantal kimliğinden ziyade, sanat fuarları çoğalmaya, gündemi belirlemeye başladı. Bu senin magazinel sanat dediğin şeyden kaynaklı olarak. Türkiye’de de böyle oldu. Türkiye’den bir sanatçı olarak uluslararası alanda, sanat fuarlarında özellikle kendini göstermek istiyorsan küratörden ziyade galeri sahibine ihtiyacın olmaya başladı. Ve küratörlerdeki sanat tarihi bilgisi ve güncel sanata dair teorik görüşler maalesef -elbette istisnalar dışında- her galeri sahibinde yok.
Ç.B: Ya da küratörlüğün de içi boşalmaya başladı. Küratörde de öyle bir ihtiyaç ortadan kalktı.
O.E: Evet. Yani bu senin bahsettiğin piyasa dinamiğinde aktörlerin değişmesi durumu da var. Ve galeri sahipleri bırak çok bilgili olmayı, kavram ve içerikten ziyade ticari kaygı ile hareket eder hale geldiler. Hepsinden bahsetmiyorum tabi ki. İstisnalar var elbette. Fakat böyle bir belirleyici unsur ortaya çıktı. Bugün Türkiye’de çağdaş sanat çok gündemde. Ama gazetelere baktığın zaman ya ekonomi sayfalarında, ya da sosyete sayfalarında. Sanatçılardan ziyade galeri sahibi genç hanımlar boy gösteriyor. Bu kadar çok gündemde olması malesef onun içerik açısından derinliğini beraberinde getirmiyor. Gazetelerin kültür sanat sayfalarına bakıyorsun, ayıp olmasın diye en fazla bir sayfa ayrılmış; o da eğer yarısında ilan yoksa tabi. Ama bir Burhan Doğançay resmi 3 milyon lira olunca, ekonomi sayfalarında manşet olabiliyor.
S.A: Ki vefatından sonra da hala 3 milyon liraya işinin satılmasıyla ilgili haberler çıktı.
O.E: Ama Burhan Doğançay’ın sanatı üzerine kayda değer bir yazı çıkmadı mesela. Fiyatlar üzerinden konuşuluyor bütün mesele. Ben bunu dile getirdiğimde galeri sanat piyasası aktörleri biraz kızıyor. Yurtdışındaki galerilere baktığın zaman küratör ile çalışan galeriler var. Galeri sahibi olmak iyi bir sanat direktörü olmayı beraberinde getirmiyor. Ciddi galeriler, ticari kuruluşlar olmalarına rağmen içeriğe önem veriyorlar; küratörler, yazarlar ile çalışıyorlar. Türkiye’de bu henüz yerleşmiş değil. Herhangi bir emare de görmüyorum. Umarım olur.
Benim bir de genel bir sıkıntım var. 60’ların, 70’lerin, 80’lerin sanat ortamına baktığın zaman bütün sanatçılar ortak bir platformu paylaşıyorlarmış. Günümüzde tüm sanat alanları kendi içine kapanmış durumda. Bir kopukluk hali var ve başka sanat alanlarıyla paylaşım yok. Geçtiğimiz aylarda Rabia Çapa ile konuşuyorduk. Maçka Sanat’ın kurulduğu zamanları anlatıyor; farklı disiplinlerden gelen sanatçılar, toplantılar yapıp paylaşımlarda bulunuyorlarmış. Türkiye’de şu anda pek görebildiğimiz bir şey değil bu.
Ç.B: Çok doğru bir tespit. Ama bence asıl biz kendi içimize kapanmış durumdayız. Bütün disiplinler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bence güncel sanat ortamı gördüğü uluslararası ilgiden dolayı züppeleşti. Görsel sanatlara farklı disiplinlerden insanların yoğun ilgisi var; sergi açılışlarında sinema, müzik, tiyatro dünyasından insanlar görüyorum. Bu alanlardan gelenler görsel sanatlar üzerine öğrenmeye, yazmaya ve düşünmeye çalışıyor. Fakat görsel sanat çıkışlılar nedense giderek diğer disiplinlerdeki tartışmaları yeterince takip etmiyorlar. Kendi alanlarını neredeyse daha öncelikli, daha önemli görüyorlar. Oysa bu hem yanlış hem de güncel sanatın doğasına aykırı.
S.A: Ki bizim en çok beslenebileceğimiz alanlar olmalarına rağmen.
Ç.B: Aynen öyle. Tam da o yüzden paradoksal bir durum yaratıyor ve kısır döngüye sebebiyet veriyor. Osman’ın da dediği gibi eskiden daha çok müzisyen, sinemacı, tiyatrocu, şair yoldaşımız vardı. Burada kendi kendimizi soyutladığımızı düşünüyorum. Ya da müzik dünyasının, tiyatronun hala daha açık olduğunu, görsel sanatların biraz içine kapandığını düşünüyorum. Bunun da yine fazla arz, talep ve hız durumundan kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Son olarak şunu da eklemek istiyorum AICA ile ilgili. AICA Türkiye’ye başvuran kişileri öncelikle yönetim kurulunda değerlendiriyoruz, ona göre AICA’nın merkezine gönderiyoruz. AICA’nın kabul ettiği sanat eleştirmeni ya da sanat yöneticisi olan kişiler aynı zamanda uluslararası bir AICA kartına ve basın kartına sahip oluyorlar. Yeni önerilere ve yeni üyelere açığız. Ekibi genişletmek, birbirimizin yaptığından daha çok haberdar olmak ve birlikte yeni şeyler yapabilmek çok güzel olurdu.
AICA Turkey organized a conference with 22 panels, 80 speakers in December 2012-January 2013, analyzing visual arts in Turkey. The 1980s period included subject headings of Transformations in Art, Artists, Studios, Galleries and Press; the 1990s included talks on Artists, Biennials, Artist Collectives and Exhibitions, Curatorship, Publication and Criticism; the 2000s addressed Artists, Independent Formations, Art with Multiple Centers, Institutions, Art Market, Publication, Culture Policies, Criticism and Criticality. We talked to AICA Chairman Osman Erden and board member Çelenk Bafra about the contemporary art market.
AICA Turkey aims to bring together people working in art history of the 20th century, including our day, arts and cultural production and activities, critics, curators, art professionals/advisors, arts and culture publishers and editors, arts and culture programmers, documentary filmmakers, under the same roof. The association has decided to protect the rights of and to enable international recognition of art and culture managers in universities in the framework of cultural industries and to determine the principles of the mentioned professions within the parameters set by the association's codes.
Seçil Alkış: Could we briefly talk about AICA's history?
Osman Erden: AICA, which can be translated as the International Association of Art Critics, was founded in the 1950s by UNESCO. The institution's headquarters is in Paris, governed by a secratariat. AICA, as of now, is functional in over 60 countries with over 4700 members.
Shortly after its foundation, AICA is founded in Turkey in 1953. In 1954, AICA General Assembly is in Istanbul, with the participation of the world-famous art critic Herbert Reed. During the General Assembly, a painting competition is organized by Yapı Kredi, which Alize Berger wins. AICA Turkey, which is not that active in later years, is closed after the September 12th coup d'etat like all associations. In 2003, with 10 founding members, AICA Turkey is brought back to life under the leadership of Beral Madra. The chair position was first held by Beral Madra, then by Ayşegül Sönmez and later by Burcu Pelvanoğlu. The current board was elected for the second time last November during the general assembly.
Ç.B: It's important to add that in 2003, what could be called a re-structuring period, the active members were in dialogue with the contemporary art context, intimately involved with the Istanbul Biennial—this is to say that the team was had a leaning towards contemporary art, bringing a certain freshness to AICA.
O.E: With the last board, we have become much more active. We organized a series of meetings. Under the heading AICA Talks Series, there were 22 panels on visual arts in Turkey from 1980 to today, with 80 speakers. It was really enjoyable and important; hopefully, we'd like to decipher these talks to then produce a publication.
Ç.B: AICA's center in Paris organized a global symposium every year. To represent AICA, president Osman Erden, AICA former president and current vice-president Burcu Pelvanoğlu participate; other AICA members can also be invited to present their papers. Discussions on art criticism, the position of art theory and contemporary issues in this field are discussed. Whenever there is an important development or discussion in Turkey, AICA center and all international AICA branches expect opinions from us. Furthermore, whenever there is a problem or a crisis, we first create an agenda in our e-mail group and then, if necessary, we state our opinion on behalf of the association, using various outlets. If we want to take an issue to the international public, we let the Paris center know. This way, we are able to communicate directly with the international art network.
O.E: The association is actually concerned that art writing, art criticism does not exist in society as a profession—not a hobby. Thus, a few years ago, we published a list of prices. Although we were not that successful, we thought this was important to set standards; such a list should exist.
Ç.B: Yes, just like artists who might not know their rights due to legal loopholes and who cannot protect their rights, the same applies to art writers and curators. We try to raise an awareness towards alleviating this and we also believe that we demand things as an organized body, we'll be much stronger. This is exactly why AICA had prepared a list of fees for various tasks and categories. What our members can do vary, we can curate an exhibition; we can produce a monograph for an artist; we can write exhibition reviews; we can teach at an institution; we can be panelists, speaker or moderators at various programmes, etc. There should be a corresponding fee for the labor involved in all such work. Although we are not directly a professional association, as members, we share certain concerns and we think of practical solutions that will help protect our rights and each other.
S.A: How do you think was the last AICA meeting? Was the interest what you expected?
O.E: There was interest, especially in the 2000s panel. The panels lasted from 11 to 830pm without a break. Although we went on until late hour, people were interested; that was really important. There was a platform for discussion, there were fights. This is what makes it dynamic. In general, people were not talking among themselves; there was a platform that everybody addressed themselves to, which helps create a dialogue. The subtitle of the event was "Sharings and Witnesses."
Ç.B: For us, this was an attempt to have an oral history of Turkey in the last 30-40 years. Everybody that we invited to the panels was actively involved in whatever was the field and there were different dimensions of involvement and engagement. We chose general and primary subject headings and most of the time, the speakers dealt with the topics from their own perspectives. Isn't this the premise of oral history projects, which are based on this subjectivity? Most of the time, the speakers put themselves in the center of the work and explained why they played an important role. This was something that we knew would happen. If we put all the talks next to each other, there will be multiple comments that look on to the topic of concern from multiple perspectives; actually, it is possible to talk of various discourses and claims that might not be based on anything concrete. Especially in the 80s and 90s, when not that many people knew that much and about which it is difficult to get information aside from a few academic studies, it was worthwhile to get various perspectives, from different frameworks that at times opposed each other, both in opinion and impression. This is why we emphasized both sharing and witnessing in our heading—the point was to highlight this subjectivity.
S.A: Is this going to continue as a conference? Starting with Beral Madra, the activities were not recurrent every year. How will this continue under your presidency? Will there be conference series that recur annually; or will there be other activities such as short workshops?
O.E: We have a couple of plans but I don't want to articulate these during this interview as they are not concrete yet. But I can this: we are planning on meetings that are deeper and more specific. But we do not yet know who will run these meetings and who will be on the board of advisors. Perhaps IKSV could be involved during the biennial to continue the activities. In terms of education, we are organizing a programme of seminars in collaboration with Istanbul Modern. One of them is Western Painting History and the other is Turkish Painting History. Including this year, the 6th will be in March. There will be 10 courses that will be taught by AICA members, directed towards adults.
Ç.B: The vivacity and heat of the conference made it really clear that the various active actors in this field, who have different ideological and artistic stands, are not brought together frequently enough. As the organization committee, we invited speakers whose opinions we definitely did not endorse or people who were risky names due to their positions in the art world; later, we were regretful, but this was a risk that had to be taken. Most of the moderators were AICA members and they invited the speakers on their panels. Of course, this could only be an entry point for discussions. We would like to deepen these conversations, give voice to a wider group of people and organize new discussions. There is a lot we would like to do, but we do not have enough members; the number of active members is particularly limited. There were not as many people who were actively writing and thinking about art in the previous generation, we see that there is a lot more younger people involved. Some of these people live abroad, some of them study abroad and come here. We would like to communicate with them; we want to see them at AICA and we want our association to grow with their positive-negative feedback and propositions.
S.A: What do you think about the contemporary art market?
Ç.B: Art has become a tool of entertainment and socializing. This field has a very rapid speed and a dynamic system that goes in parallel to the society of consumption. For example, as a gallery, while other galleries open an exhibition every two months, you cannot say "No, I want to give my artist and my gallery time, I'll open an exhibition every six months." The same pressure is on museums and artistic production, on writing and magazines. I think this speed produces a huge pressure and shallowness. It also creates an addiction. Maybe exhibitions that last longer than two months become boring; we want new things all the time; we have become addicted to this speed and consumption. I think this situation is going to be over at some point; it should be; we all agree on that. This is not speific to artists or to this market. Art institutions, art writers and art managers, and even academics also suffer from this. Everybody wants to benefit from this field, while there is interest. We're going to see what happens to all these galleries, artists, art institutions, curators and even critics in a few years.
S.A: Then, what do you think about works or writings that are critical of this situation?
Ç.B: The writing should be accurate and comprehensive. We work on an exhibition or a project for two to three years; nobody writes anything other than press releases, nobody criticizes. Nobody wants to spend the time, nobody has the time, everybody manages with press releases. For example, a press release is published in various places before an exhibition and the next day, the editor is flooded with twenty more press releases on exhibition or project press releases. And then something else happens and the agenda changes completely. Let alone write a critical piece, nobody seems to even have the time to see an exhibition after it's opened. I can't understand this timelessness and running around. For me, art is matter of life and death, or rather, it is a matter of art and death! Thus, we should all save ourselves from the circles of socializing and career to quietly see exhibitions, to read, to slowly and calmly think and write. Only then we can do some good things.
S.A: Because of this, good and bad things are treated equally.
Ç.B: We should be self-critical. In Turkey, for a very long time, artists produced works for auctions and sales. Gallerists were in line for their artists to be in international auctions. We heard of artists whose works were sold before they were produced. Curators, artists, writers participated in all international exhibitions, fairs, galleries, institutions and festivals without any criteria. Each offer was accepted. When the situation is as such, the system can quickly be worse off; there is no room for a scale of value and an ethical ground.
S.A: Here, the artist plays the most major role as I always say. Who buys the work is important. It is very important for them to thinkabout where and how their work will be in a few years.
Ç.B: You said something very important. I would like to connect to the current agenda from here. Recently, for the first time, a museum that was connected to a university, with a designed building and a good team was opened; a few good exhibitions were organized. The artists were told, gently, "This is the framework, sell your works for symbolic prices, donate etc." As an artist, you'd like to be trusting; to that institution, to the academic structure and you give away your works. 15-16 years later, the museum closes; the team has been dispersed already and those works are in the auction house. I don't see bad intentions behind Santralistanbul giving part of their collection to the auction house; the museum project has already sunk. Or maybe I should say this more openly, selling the single three-piece work by Sarkis in three pieces was not with bad intentions, but rather because of a horrible ignorance. What could we, as AICA, when faced with this situation? What could we do to find our balance in such shifting ethical grounds? Could we stop and think and take lessons from our near history? We need to think about this.
S.A: I'd like to also touch on education. I care about artists not only being educated by gallerists after graduation, but also being directed. The situation gets much worse in istanbul when there are various young artists who come from different cities and who have no idea what's going on. And these artists start producing works for the market, under the guidance of gallerists, without any awareness. Is there a project that you're working on which addresses this issue?
Ç.B: There is not anything concrete that we could talk about, but this is something that we're thinking about. Some of the publications that our members have deeply cared about are closing. The number of publications in the art field are diminishing and publication is being directed towards more popular forms. Instead of theory or criticism, trends, lifestyles are combined with news of a certain class of people.
O.E: I think this is what happened. In the 90s and until the middle of 2000s, large-scale international exhibitions was really important. I'm not only talking about Turkey, but the world. And to exist in these exhibitions as an artist from Turkey, to exhibit internationally, one needed a curator. And in Turkey, from the 90s to 2005, with the help of biennials and various international exhibitions, artists from Turkey were able to receive international recognition. Of course, these biennials continue, even more intensely. But instead of the bulky structures of the biennial, art fairs started to be proliferate and determine the agenda. This is related to the type of arts journalism that you were talking about. The same principle applied to Turkey as well. Instead of a curator, you now needed a gallery owner to have an international presence. Unfortunately, gallery owners –with some exceptions- do not have the art historical knowledge and the theoretical opinions of a curator.
Ç.B: Or maybe the shell of the curator was emptied. There was no longer a need for the curator.
O.E: Yes. What you're talking about is a situation created by the changing actors. And gallery owners have started to be motivated more by commercial concerns rather than being knowledge and worrying about concept and content. I'm not talking about all. Of course there are exceptions. But this became a determining factor. Today, contemporary art is an important part of the agenda. But when you look at it, it's on the economy pages or lifestyle pages. Instead of artists, young women who own galleries are in the newspapers. This presence unfortunately doesn't bring depth. You look at the arts and culture pages, there is only one page that is more out of decency than anything else; and of course, that is if half that page is not a flyer. When a Burhan Doğançay painting is priced at over 3 million liras, it does make headlines in the economy pages
S.A: Even after his death, there were news of the works selling for more than 3 million liras.
O.E: But nothing of substance was written on his work. The conversation is on the prices. Whenever I talk about this, the actors in the art market are frustrated with me. When you look at galleries abroad, there is a lot of galleries who work with curators. Being a gallery owner does not mean you are a good art director. Serious galleries, commercial institutions also emphasize content; they work with curators, writers. In Turkey, this is not established. I do not see a symptom of this happening in the near future. I hope so.
I also have a more general concern. In the 60s, 70s, 80s, all artists shared a platform. Today, all art fields are isolated. There is a disconnections and there is not that much sharing with other art fields. I was recently talking to Rabia Çapa about this. She was talking about when she founded Maçka Sanat; artists from different disciplines came together to have meetings. This is not something that we can currently observe in the art world.
Ç.B: This is a very important evaluation. But maybe we should talk about how we have all become isolated. We cannot say the same thing about all disciplines. I think contemporary art world has become very arrogant with international attention. There is a lot of interest in visual arts from people of different disciplines; I see people from the fields of cinema, music, theater in exhibition opening. People who come from different backgrounds attempt to learn, write and think about the visual arts. But for some reason, visual arts people are not as interested in conversations in other fields. They see their field as more prioritized, more important. This is not only wrong, but also against the nature of visual arts.
S.A: Although we can really benefit from other fields.
Ç.B: Exactly. This is exactly why a paradoxical situation is created and there is a vicious cycle. As Osman said, there were many more people involved in music, cinema, theater, poetry. I think we've isolated ourselves. Or rather, I think the music world and theater are still quite open while visual arts is closing itself off. We can say this stems from supply-demand and speed.
I also want to add something about AICA. When people apply to become a part of AICA, we make an assessment as the board and then send the application to the AICA headquarters. Art critics or art managers who are accepted to AICA receive an AICA card and a press pass. We are open to new suggestions and new members. It would be great to widen the team and to be more aware of what each other is doing and to be able to do new things together.